3 yıl önce ülke tarihinin en büyük iş katliamını yaşadık. 301 maden işçisi kardeşimiz vardiya değişim saatinde iş güvelikleri hiçe sayılarak çalıştırıldıkları kömür madeninin patlaması sonucunda katledildiler.
Yaşanan iş cinayeti sonrası hukuki süreçte Soma Madeni’nin denetimlerden tam geçer not aldığını gördük. Taksi parası yazmasın diye Eynez’e gitmeyen müfettişin madenin uygunluğuna imza attığını öğrendik. Bakan seviyesinde kokuşmuşluğun olduğu bir ülkede hangi denetçi koca holdingin uygunsuzluklarını mahkum edebilirdi ki zaten?
Kaza geliyorum dedi ve geldi. Ötmeyen uyarı sistemleri ötmedi. Bozuk oksijen tüpleri çalışmadı. Olmayan yaşam odalarına sığınılamadı ve dönemin enerji bakanı 3 gün aynı gömleği giyerek mağdur oldu.
O günden bu güne 3 yılı devirdik sayılır. İş sağlığı ve iş güvenliği konusunda 3 yıl öncesinden daha gerideyiz ve denetimler OHAL döneminde durma noktasına geldi.
Tam da bu noktada neden iş güvenliğinin askıya alındığını ve iş cinayetlerinin istatistiki olarak patlama yaptığını sorgulamamız ve analiz etmemiz şart. Bu durumun bilimsel açıklaması var. Bunlar “özel sektörün karlılık krizi” ve “özel sektörün borç krizi”.
Vakayı anlayabilmek için biraz geçmişe yolculuk edeceğiz ve biraz uzun ama gerkli bir girizgah yapacağız.
Bundan yaklaşık 10 yıl önce, anavatanından uzakta milyarlarca dolar gelişmekte olan ülkelerin borsalarında değerlenmeye başladı. Amerika Birleşik Devletleri’nde fazilerin düşük olmasından mütevellit artık değer olan milyarlarca dolar bizim de içinde bulunduğumuz gelişmekte olan Arjantin, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkelerde değerlenmeye başladı.
Yüksek miktarda dövizin bu ülkelere girmesiyle gelişmekte olan ülkelerde görece bir bollaşma yaşandı. Borç da olsa ciddi miktarda paranın piyasalara girmesiyle ekonomiler büyüdü ve milli gelirlerde artış yaşandı. Bir nevi tefeciden alınan parayla eve yeni beyaz eşyalar alındı. Bu yalancı bahar, pastırma yazı geçiciydi.
Arap Baharı, Brezilya’daki Halk isyanı, Gezi Direnişi ve onlarca irili ufaklı halk direnişleriyle huzur arayan gurbetteki dolarlar ürktü. Sermaye her zaman kendini korumak için tetikteydi ve Dünya’da konjonktür ışık hızıyla değişiyordu. Halklar geriletilen demokratik haklarını, isterken buna direnen piyasalar ile aralarında doğan gerilim Dünya Burjuvazisinin katırlarını korkuttu.
Meşru ve demokratik halk direnişlerinin ithal cihatılar eliyle kirletilmesi yolu ile Libya’da ve Suriye’de; son güne kadar Tahrir’e çıkmamış Nursi’nin son dakikada Adeviye’ye çıkmasıyla Mısır’da (ki sonradan ABD’yi tatmin edememesinden dolayı tasfiye edilerek yerine Sisi ikame edildi.) Dilma Rousef ve İşçi Partisi’nin halk direnişlerini sönümlemesi ile Brezilya’da (ki kendisi Brezilya tarihinin en büyük skandallarından olan PETROBRAS yolsuzluğu sebebiyle görevinden alındı) geçici olarak bastırıldı. Ukrayna Maidan ise Rusya’nın emperyalist yayılmacılığı yüzünden farklı bir yere gitti. Tünelin ucu mikro milliyetçiliklere çıktı.
Bu esnada ABD ise ülkesinde yatırımı arttırmak için dolarları tekrar yuvaya çağırıyordu. Cumhuriyetçiler tekrar kazandı ve sermaye evin yolunu tutmaya başladı. Önümüzdeki çeyrekte FED’in faiz arttırması bekleniyor. Bunun da özellikle bizim de içinde bulunduğumuz ülkelerde stagflasyon riskini arttırması kuvvetle muhtemel.
Bu girizgahtan sonra yazının başlarında değindiğimiz “özel sektörün borç krizi” ve “özel sektörün karlılık krizi” konularına girelim.
Küçük bir analoji ile başlamak gerekirse biz geniş bir aileyiz ve evin de reisi olan babamız tefeciden yüklü miktarda borç aldı, borcun vadesi gelince yine tefeciden borç alarak bunları çevirmeye devam etti. Ancak bunu yaparken evi görece borçlandırmadı. En sevdiği çocuklarına (havuz holdigleri) evin dolabını, bulaşık makinesini yap-işlet-devret ile aldırdı. Onların eve vermesi gereken paraları (vergileri) affetti. Evin asgari ücret alan bireylerinden gerekli ödenekleri aldı. Sıkıştığı yerde yine tefeciden yine takviye aldı. Evin sevilen çocukları semirdikçe semirdi ve evin içinde kullanılması gereken paraları komşu mahallenin Mossack Fonseca’larına kaçırdı.
Evin malı olan gelir getiren kaynaklar (Tekel – Türk Telekom, vs.) ise ya evin şımarık çocuklarına ya da borcumuzun olduğu farklı evlere satıldı. Özelleştirmeler eli ile evin ücretli çalışanlarının malları tefecilere ve holdinglere birer birer verildi.
Ancak birşey oldu biz ve bizim gibi evlerin sakinleri evlerinin reislerine kafa kaldırdı. Bu tefecinin işine gelen birşey değildi ve tefeci farklı farklı hanelerde baş gösteren tartışmaları ya aile reislerini değiştirerek ya da onlara yardım ederek geriletti.
Şimdi geldiğimiz noktada biz ve bizim gibi gelişmekte olan ülkeler gırtlağına kadar borçlu, gelir getiren kurumları ya tükendi ya da iş göremez hale getirildi. Aile reisleri borcumuz olduğunu hatırlatan herkesin kafasına odunla vuruyor ancak bu ne tefecinin varlığını gizliyor ne de muazzam borçları kapatıyor.
Sonuca gelecek olursak ülkemizde özel sektör yaklaşık 300 milyar dolar borçlu ve bunu ödeyebilecek üretimi yok. Bu borçlar devlet garantisinde olduğu için de ihalenin halkın sırtında kalması kuvvetle muhtemel. Olası bir krizde, vahşi bir stagflasyonun olduğu karanlık bir gelecekte özel sektörün borç krizi ile biz, evin gariban çocukları boğuşmaya başlayacağız.
Geldik “Özel sektörün karlılık krizi”ne.
Özel sektör batmış durumda ve uzatmaları oynayabilmek için kaynağa ihtiyaçları var. Devletten utanmadan açık açık kıdem tazminatlarımızı istiyorlar. Zorunlu BES garabeti ile maaşlarımızın bir kısmını almaya başladılar bile. En son marifetleri ise 657’nin ilgası ile Kıdem Tazminatlarının ne idüğü belirsiz bir fona devri (tasarı halen taslak aşamasında olduğu için detay verilemiyor, ancak kısa süre sonra kokusu çıkacaktır.) ile özel sektör saplandığı baataktan çıkmanın yollarını arıyor ki bu istekleri gerçekleşse bile bu ancak varolan krizi derinleştirecektir.
Peki buraya nasıl gelindi?
Gelişmekte olan ülkeler arasında bolluk döneminde dövizleri en har vurup harman savuran ülke Türkiye oldu. Gelen paraları sinai üretim yerine yol – otoban – rezidans – AVM gibi betona döktü. Sit alanlarına, çevre kaynaklarına çevresel maliyetleri yok sayarak at gibi girdi. Yapılan HESler ile dereleri kuruttu. Pasinler Ovasında hayvan bırakmadı, Rusya’dan tahıl, Kanada’dan mercimek ithal eder duruma geldi ama gelen para ile dağa taşa beton döktü. Şimdi elimizde kala kala yüklü miktarda konut arzı ve üretimi kısıtlı bir ülke kaldı.
Sinai yatırım yapmamış bir ülkenin karlılıkları azalan bir dünyada var kalabilmesi için bir yerlerden fiyat tutturması gerekli. Tam da bu işçilerin kanı ve canı ile sağlanmaya çalışılıyor. Gaziantep Sanayi Bölgesi’nde asgari ücretin yarısına çalıştırılan Suriye’li mülteci işçiler, devletin göz yumması yüzünden tamamen güvenliksiz olarak çalışıyor. Cılız da olsa palazlanabilen grevler 1 gün bile süremeden OHAL marifetiyle yasaklanıyor ve işçilerin her hak arayışı enselerinde sopa patlayarak püskürtülüyor.
Şu an saplanılan karlılık krizinden çıkabilmek için sermaye, bizim hakkımıza tecavüz etmek dışında bir yöntem bulamıyor. 2000’li yılların Lale Devrine ayrılan sürenin sonuna yaklaşılan bu günlerde etimiz ve kanımız sermayenin nişangahına girmiş durumda. Sermaye var kalabilmek için son kırıntıları kalmış sosyal haklarımızın tepesinde karabasan gibi dikiliyor. Her bulduğu çatlaktan biraz daha bizi boğuyor. OHAL, milli güvenlik mevzuları gibi kullanışlı aparatlarla iş güvenliğini sarsıyor.
Bunu rakamlarla anlatmak gerekirse;
- 2014 yılında en az 1886 işçi çalışırken katledildi. (301 işçinin katledildiği Soma bu sene oldu)
- 2015 yılında en az 1730 işçi çalışırken katledildi.
- 2016 yılında en az 1970 işçi çalışırken katledildi.
- 2017 yılının ilk dört ayında ise en az 586 işçi yaşamını yitirdi
Başka bir deyişle Soma katliamı artık evimizin içine kadar girdi. Yukarıda detaylandırdığımız neoliberal politikalar, özel sektörün karlılık ve borç krizleri yüzünden artık sosyal haklar daha dar, iş güvenliği denetimleri yok denecek kadar az. İş cinayetleri sonrassı tutuklanan patron yok ve cezalar yüzeysel bile değil. Soma ve Ermenek Katliamları yerin metrelerce altından şehirlerin tepesine çökeli çok oldu.
Peki umut Kaf Dağı’nın arkasında mıdır? Hiç de bile!
Soma’nın tüm dünyanın tepesinde sallanmaması için Dış Borçların Ödenmesine HAYIR çizgisinde mücadele etmeliyiz. SYRIZA’nın yaptığı tarihi hataya düşmeden, tüm dünyanın özgür bireyleri olarak bu borçları reddetmeliyiz. İşsizliğin olmadığı, 6 saat iş günün tesis edildiği bir gelecek uzak ama imkansız değil. Unutulmamalıdır ki hiçbir memorandum veya uzlaşmacı politika, Duyun-u Umumiye borçlarını haline yoluna koymayacak. Hiçbir restorasyon politikası demokratik haklarımızı bize geri vermeyecek.
Bu borcun sahibi de sebebi de kefili de emekçi halklar değildir. Bu borçları biz almadık, bu paraları Panama’ya biz kaçırmadık, vergi aflarıyla servetimize servet de katmadık, o zaman bu borçları da biz ödemeyeceğiz.